H A Z E L

Blog

Kategori: life

Türkiye’nin en büyük kanyonu: Saklıkent

Saklıkent

Dilerseniz, bu görseli telefonlarınızda duvar kağıdı olarak da kullanabilirsiniz.

Saklıkent’e ilk defa 7 yaşımdayken gitmiştim. Ama tabii gezmeyi sevmeyen ve ortamı iyi araştırmadan giden bir aileyle giderseniz vazgeçip kapıdan dönebilirsiniz. Tabii o zamanların yaramaz ve kendine zarar veren Hazel’ini de düşünürseniz geçi dönmek için fazla sebep aramazsınız.

Neyseki yıllar sonra yeni çekirdek ailemle (eşim ve ben) bu sene bir kez daha gittik. Tüm önlemlerimizi aldık ve yola çıktık.

En solda: “Kanyon içerisinde kaybolan malzemelerinizden müessemiz sorumlu değildir.”

Kanyona girmeden önce bizi karşılayan kare bu. Hepsi çok mantıklı ama bence baret zorunlu hale getirilmeli. Zira çok kısa bir süre önce düşen taşlar olduğunu bile anladık. Onu da nasıl anladık? Kanyonda yuvarlak köşeli taşlar çoğunluktadır. Bu çok uzun zaman önce düşmüş taşlar olduğu anlamına gelir. Kanyonun genel olarak uzun zamandır tehlikeli olmadığı anlamına gelir. Ancak bizim gördüklerimiz köşeleri sivri taşlardı. Dolayısıyla, kanyonda gezerken siz zorunlu olmasa da baret kullanın. Biz kullandık mı? Üzülerek söylüyorum ki, hayır. Ama bir dahaki sefere bu noktayı atlamayacağız.

İşte size birtakım kurallar

Saklıkent ile ilgili önemli birkaç önemli bilgi:

  • Baretsiz gezmeyin, her zaman yukarılardan irili ufaklı taşların düşme riski var!
  • Kanyona gitmeden önce meteorolojiyi mutlaka takip edin! Yağmur ihtimali bile varsa, erteleyin!
  • Sürekli su içinde hareket ettiğiniz için hareketinizi kısıtlamayacak kıyafetler tercih edin!
  • Sandalet doğru bir tercih olmayacaktır. Suda giyilebilen spor ayakkabısı konforunuzu artıracaktır.
  • Güneş kremi sürmeyi ihmal etmeyin, ortalama 1,5 – 2 saat yürüme ihtimaliniz var.
  • Giderken önceki gece çok fazla alkol tüketmemeye özen gösterin, zira alkol almadan bile zaman zaman denge problemi yaşanabiliyor.
  • Sekiz yaş altı çocuklarınızla giderseniz önlemlerinizi mutlaka tekrar tekrar gözden geçirin.
  • Çanta alacaksanız rahat bir sırt çantasıtaşımanızda fayda var!
  • Milli Park 8:45’te açılıyor ama siz 8:30’da orada olun. Erken gitmek, hem güneşin zararlı ışınlarından korur hem de kalabalığa kalmazsınız.

Saklıkent’in size merhaba deme şekli!
Girişte yemek yenebilecek güzel yerler var ama kalabalık olunca COVİD sürecinde daha az bulunulması gereken bir nokta. Özellikle de öğlen saatlerinde.

Suyun soğukluğunu tecrübe etmeden 30 saniye önce. Görüldüğü gibi parmak ucunda durarak ıslanma ihtimallerini en aza indirmeye çalışan bir Hazel var. Yoksa parmak ucuna çıkarak eşimin boyuna erişmem gerçekten mümkün değil. 😂 (Topuzla o işi yapmaya çalıştım, görüldüğü gibi istenen sonucu vermedi.)

“O” an! Eveeet… Çok kısa bir süre içinde bacaklarınızın karıncalanmaya başladığını hissedebiliyorsunuz. Neyseki çok uzun sürmüyor çünkü karıncalanma yerini “soğuktan ağrıma” noktasına taşıyor.

Veee işte başlıyoruzzzz! (THY sponsorumuz değil ama keşke olsaydı 🙈)

360 derece kameramızla göreve hazırız! 📷🎞

“Daha huzurlu bir yer olmayabilir” diye düşünmemiz 15 dakika sürmüştür. Sonra gerçekten çok kalabalık oldu.

Orman yangınlarından başımızı alamadığımız bir yıl oldu. Kayalıkların arasından başını çıkaran bu umut fidesini görmek ise yeşilin ne kadar büyük bir potansiyel barındırdığını düşündürdü. Kibirli olmaya gerek yok. Bizim de neslimiz tükenecek ama yeşil bize rağmen hayatta kalmaya devam edecek. 🙏🏼 Doğaya saygı duymak en büyük ibadet.

“Kristal küremde elinde 360 derece kamera olan bir gezgin görüyoruuum!!” 🔮

Burası da Gizlikent Şelalesi. Buraya geldiğimizde iyice kalabalık bir hale gelmişti. Önümüzdeki yıllarda burayı ilk sıraya koymakta ve erken saatlerde gelmekte fayda var.

Kendime not: “Önümüzdeki yıl benzer bir pozu şelale altında ver!”

“Saklı” ve “gizli” olan her şeyi geride bırakırken Kaş’a doğru yola çıktığınızda sağınızda pelikanları görebilirsiniz. Bu, yörenin size “hoşçakal” deme şeklidir. ❤️

Son birkaç söz…

Ülkemiz gerçekten eşi benzeri olmayan bir coğrafya. Ama tanıtım konusunda büyük hayalkırıklığı yaşadığımızı söylemek durumundayım. Anı dükkanları çok yetersiz ve özel değil. Kurallar açık açık yazmasına rağmen çoğu insan uymuyor. (Biz de baret takmadık, mesela)

Elimizde bu kadar güzel bir doğa varken turistik açıdan ıslah edilmesi gerektiği hissini uyandırdı bir vatandaş olarak bende. Bir şeyler doğru değil. Neyin doğru olmadığı da hissedilerek değil, bilen, bu işin uzmanları tarafından değerlendirilmeli.

O çok abartılan Fransız Rivierası (Côte d’Azur) bizim sahillerimizden çok daha güzel değil ama daha özenli, daha kurallı. Nice deseniz, sokaklarında idrar kokusundan yürümeniz mümkün değil. (Abartmıyorum) Denizi deseniz bulanık der, hasta olacağınızı düşünür, girmezsiniz.

Bizim denizlerimiz bu kadar muhteşemken kendimize haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Dünyanın bir numaralı turistik çekim noktalarına dönüşebilmemiz için çok büyük bir potansiyelimiz var.

“Türk Rivierası” daha fazla kullanılmalı!

Turizm alanında hizmet verecek çalışanların Türk ya da yabancı farketmeksizin daha fazla ilgi göstermesi ve yardımcı olması gerekir. Bu da diğer pek çok maddi imkansızlığın neden olduğu açığı fazlasıyla kapatır. İnsanların ihtiyaç duydukları şey, yönlendirme, ilgi ve güler yüz.

Bilgi sahibi olmayan bir Turizmci turistlere yardım edemezse, güler yüz gösteremezse daha fazla gelir elde etmeyi nasıl düşünebiliriz? Sermaye sattığımız kenarda köşede sattığımız iki günde bozulan “şeyler”le gelmez. Bilgi ve güleryüzle gelir. Yörenin tarihi, yörede yaşanan önemli olaylar, belki efsaneler turistik yerleri unutulmaz ve değerli kılar.

Günümüzde “hikaye anlatıcılığı” bu yüzden önemli. Elindekini parlatabilirsen (kendin, sahip olduların, bilgin) güzel sonuçlar elde edebilirsin.

Görüşmek üzere!

Hazel

Ölüm üzerine konuşmak…

Sevdiğiniz birinin bu dünyayı terketmesinin ardından onunla yaptığınız “ölüm konuşmaları” kulaklarınızda çınlıyor. Sizin söyledikleriniz, onun söyledikleri…

Bundan 5 yıl önce olsa, benzer konuşmalarda “saçmalama, kapat konuyu!” derdim, sustururdum… Öyle de olurdu… Bu sene çok konuştuk ölümü annemle… Ben sadece dinledim. Mantıklı geldiği için değil. Hayatın ve ölümün bin bir türlü hali var. Ölüm konuşmaları da hayatın bir parçası. Ölüme dair fikirlerini öğrenmek çok kıymetli aslında. Ölümü konuşmaktan korkmaktansa insanların ölümle ilgili düşüncelerini öğrenmek o kişinin hayata bakışını da anlamanızı sağlıyor…

Bu konuşmaları babamla da yapmıştım. O süreçte babamın gidişi bir sürpriz değildi. Biliyorduk, bir kaç ay içinde bambaşka insanlara dönüşecektik. Öyle de oldu. Babam, “insan ömrünün evrende bir kibritin yanma süresi kadar” olduğunu söylerdi. Ya bir yerde okudu ya da ölümü böyle düşünecek kadar süresi oldu, bilemiyorum. “Öldükten sonra masadan, sandalyeden bir farkımız kalmayacak” diyen de babam… Ona göre ruh diye bir şey yok… Beden yaşadığı sürece var oluruz ve zamanı gelince, organlar işlevini yitirince tüm hikaye sona erer…

Bu, benim en korktuğum şeydir. Ben ruhun varlığını, beden sonrası bir yolculuğu olduğunu ve bu yolculuğun hiç bitmediğini düşünen taraftayım… Varlığın devamlılığının olmadığı düşüncesi ve olan bitenin bu dünyadan ibaret olduğu fikrini reddediyorum. Ruhun olgunlaşması, yeniden başka bir serüveni yaşamaya başlaması saçma gelmiyor. Öğrenilmesi gereken şeyler var ve her şekilde o öğrenemediğimiz her ne varsa onu allem edip kallem edip öğreneceğiz. Son öğrenmekle gelecek ve yeni şeylerle devam edecek dönüşüm.

İlk ölüm tecrübesini 4 yaşımda babaannemin kaybı ile yaşadım. 7 yaşımda anneannemi, 11 yaşımda dayımı kaybettim. Dedelerimi zaten hiç görmedim. Ölüm bir süre için kendini unutturmuştu ki, 2015’te eniştemi, 2017’de babamı ve şimdi de annemi uğurladım…

Annemle ölüm dahil her şeyi konuşurduk… Hatta, “Gittiğinde bana ordan bir işaret çak. Korkarım diye endişelenme, sen olduğunu bilirim, senden mi korkacağım, yapma!” demişliğim bile var! Hala bir işaret göndermedi, bekliyorum 🙂

21 Eylül 2020, annemin aramızdan ayrıldığı kırk gün oluyor… Babam gibi gidişi ayan beyan ortada değildi… Ama ben her “günaydın”ımı ya da her “iyi geceler”imi sonmuş gibi korkarak söyledim anneme babam gittikten sonra… O kadar beklenmedik ama o kadar gelişine hazırdım ki ayrılığın…

Ses kayıtları, fotoğraflar, videolar… Hiçbirinden vazgeçmeyin, sevdiklerinizi çekebildiğiniz kadar çekin en eğlenceli anlarınızda, en doğal anlarınızda, en aklınızda olmayan zamanlarda… Sadece sizin için değil, dünyaya getireceğiniz çocuklarınız ya da yeni tanıştığınız birine sevdiğinizi anlatırken o halini gösterin, kelimelere gerek kalmaz, kelimeler zaten yetmez…

Sevdiklerimiz hayatlarımıza iyi ki girdiler ve iyi ki bizi hayatlarına dahil ettiler… Dünyaya bir ses, bir “insan” ihtimali bırakıp gittiler… Başka ihtimallerin hayalini kurdurarak…

Doktorada Yeterlik Geçti… Ya Sonra?

Geçtiğimiz Mayıs sonunda Politik Ekonomi Doktora programına dair yapmam gereken bir aşamayı daha tamamladım ve yeterliğimi aldım.

Doktoraya başlama faslım, dersleri verme faslım ve yeterlik derken yedi aşamalı bu serüvenin dördüncü aşamasındayım… Sonuna kadar gitmeyi planlıyorum. Umarım bu yolun sonu hem benim için hem de çalıştığım alanla ilgili sorunların çözümünde güzel kapılar açılır ve bu güzellikleri ahir ömrümüzde görürüz.

Doktoranın 7 Önemli Basamağı:

  • Doktora Kabul Aşaması
  • Dersler
  • Yeterlik
  • Tez Konusu Belirleme ve Yazmaya Başlama
  • Doktora Tez Savunması
  • Tez Savunması Düzeltmeleri
  • ve artık alanınızda sayılı uzmandan birisiniz. Benim hayalini kurduğum ifade: Politik Ekonomi Doktoru ❤️🌺

Yazıyla:

Enlight1756

Bunu aslında özellikle eklemek istedim. Çünkü yazmanın da beyin fonksiyonları için çok faydalı bir aktivite olduğunu biliyorum ve zaman zaman da bununla ilgili makaleler paylaşmaya çalışıyorum. Gerçi şimdiye kadar bir tane oldu ama idare edin. 🙂

Yazmak, evet, beyin fonksiyonları için iyi bir aktivite ama doktora sürecinde benim tecrübe ettiğim kadarıyla teknolojinin nimetlerinden faydalanmak önceliğiniz olmalı. Bu teknik belki doktora çalışmanızla ilgili bir konferansa gittiğinizde daha faydalı olabilir. Bu sayede kendi not tutma tekniklerinizi de geliştirebilirsiniz.

Makalelerin okunma sürecinde ise makaleye dair notlarınızı, kaynaklarınızı doğrudan bilgisayara taşımak daha fazla tercih edebileceğiniz bir yöntem olabilir. Zaman aleyhinize işliyor, unutmayın.

Bana gelince… Ben dolmakalem hastasıyım, evet tam olarak kendimi böyle tanımlıyorum. Yukarıda görmüş olduğunuz mürekkep Graf von Faber Castell – Olive Green (Yeni buldum ve uzun süre de bırakmaya niyetim yok. Aşık oldum sanırım.) Kalem ise TWSBI Diamond 580! Bu kadar akıcı yazmayı ancak böyle bir kalem sağlayabilirdi.

Doktora saflarını buradan fırsat buldukça paylaşmaya devam edeceğim. Umarım sizin doktora sürecinize faydası olur. Sizden gelecek önerileri de bekliyorum.

Görüşmek üzere!

Zaman durur…

IMG_9845

4 Haziran 2017… Ramazan’ın kaçıncı günündeyiz, bilmiyorum… Saat 02:22… Başkent Hastanesi’nin acil kapısında oturuyorum… Buram buram iğde kokuyor… Bu kokuya bayılırım… Bundan sonra da hep hala sevmek istiyorum. Babam 13 gündür burada… Kanserden değil ama nörolojiden dolayı geldik bu sefer… nörolojinin pek çok hastalığı var… Hepsi de birbirinden çetrefilli… ama bunu ben daha önce hiç duymamıştım.. DELIRIUM!

Çok çılgınca… Babam anlamsız sözler söylüyor, bazen ne dediğini anlamıyorum. “Bana şey ver…”, “verdin mi?” ve benzeri bir sürü anlam veremediğim söz… Ablasının adını sayıklıyor… Biz yokken bizim adlarımızı… Beni bugün tanımadı… Annem benim kim olduğumu sordu, “gelinim, Deniz” dedi…

Adı Deniz olan bir gelinimiz yok. Aslında gelinimiz yok… Sonra da bana bakmadı… Hafızası çok iyiydi, bizden birini ilk defa tanımadı… O da ben oldum.

Dün abim müzik dinletti, Sealed with a kiss… sözlerini de hatırlıyordu… Geçici bir hastalık olduğunu her kaynak söylüyor… Bununla birlikte ne kadar süre sonra geçeceği belirsiz… İştahsızlık var… Etrafındaki insanların kendisine zarar vereceğini düşünürmüş, ilaçların da zehir olduğunu düşünürmüş… Bana sürekli “sus!” diyor. Normal yükseklikteki sesleri çok yüksek gibi algılarmış. Sessizliğe ve bazen de yumuşak müziğe ihtiyaç duyarlarmış… Dün abim müzik dinletirken en düşükte olmasına rağmen çok yüksek gelmiş ses… Sesleri bu kadar yüksek algılaması da sinirlilik hali yapıyor… Huzursuzlukla kıvranıyor… Sayıklıyor…

Bu durum beyindeki enfarklar yüzünden olurmuş ama tıbbi tedavi yöntemleri de bu durumun oluşmasına neden olurmuş… Mesela babamdaki durum kemoterapi sonrasında ortaya çıkmış olabilir. çünkü o sıra tümör yine beyne atlamış. Beyni bu durumdan kurtarmak için radyoterapi uygulandı… Ondan sonra da yemek yememeye başladı, çok zayıfladı… Artık yürümede de zorluk büyük tuvaletini salonun ortasına bırakmasına kadar vahim hale geldi. sonra annemlerle bir akşamüstü evde otururken, 22 Mayıs gecesi babamı acile getirdik… Boş yatak yokmuş… Bizi başta eve göndermeye çalıştılar. Tabi biz direndik. Aklınızda bulunsun, bir hastane, hele de özel bir hastaneyse, hasta hakları kapsamında size başka bir hastanede yer ayarlayıp oraya nakletmek durumundadır… Bunu biz bilmiyorduk, ama başka bir hastanın ertesi gün akşam 6’da yatacağını öğrendik, onun yerine babamı aldılar. O gece yanında ben kaldım. Sabaha karşı şu fotoğraf ortaya çıktı:

IMG_9846

Bu kareyi yakaladığım andan beri içimde bir mucize olacağına dair inancımı hiç kaybetmedim. Dikkatli bakınız, biri oradan gülümsüyor ve ben sabaha karşı dört sularında bu manzaraya uyanıyorum. Bunun bir anlamı olmalı! Gülümseyen, bana umut veren o hilal başka bir şekilde açıklanamaz…

Bu kabus sona erecek ve babam eski haline kavuşacak. Buna inanıyorum. İnanıyorum!