YouTube’un yayın politikasını anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Benim YouTube’u kullanmayı tercih etmekteki amacım, doğru bilgileri kullanan insanları tanımak ve nasıl başka içerikler üretiyorlar onları tespit etmek. Bugün doğru bilgiye erişebilirsiniz. Bu gerçekten ne duymak istediğinizle ilgili bir durum.
Kendimi bildim bileli bilimselliği ispatlanmış bilgileri takılıp etmeyi tercih ettim. YouTube ya da teknolojinin sunduğu diğer araçlar çıkmadan önce kaynaklarımı buna göre seçmeye özen gösterirdim. Şimdi çok daha fazla bilgi kaynağı var (doğru ya da yanlış), doğrunun ya da yanlışın ne olduğunu tespit edebilme yeteneklerimizin de keskinleşmesi gerekiyor.
Ben de bu yeteneklerimi sivriltebildiğim bir yerde çalışıyorum. Her gün yeni bir şey öğreniyorum.
Çalışmalarımız arasında toplantılar düzenlemek ve bilimsel kriterlere uygun bir şekilde yayınladığımız dergilerimiz var.
Dergilerimize şimdiye kadar herhangi bir sınır gelmedi. Toplantıları da rahatlıkla yapabiliyoruz ama toplantıları yaptıktan sonra YouTube tarafından kısıtlanmak gibi durumlarla karşılaşıyoruz. Bunlardan biri geçtiğimiz günlerde başımıza geldi. Bununla ilgili olarak da uzun zamandır sesini çıkarmayan bizler bir yazı kaleme almaya karar verdik. Yazıya hem Türkçe hem de İngilizce olarak ulaşabileceğiniz linkler burada:
İmkan sunarmış gibi görünen ama kendi kendine otorite olmaya çalışan insanlara ve mecralara olan antipatim her geçen gün büyüyor. Bi salın ya, bi salın… Herkes fikrini özgürce dile getirsin ama hakaret etmeden ve yalan yanlış şeylere başvurmadan… Ama tabii bu hem çaba hem de cesaret istiyor. Üzgünüm ama daha yolun başında bile değiliz insanlık olarak.
Buraya uğramayalı çok uzun zaman oldu. Bu seferki gelişim tamamen zorlama sonucu… Gelmeseydim, yenilenen kredi kartım yüzünden alan adımı kaybedecektim. Bu süreçte böyle zorlamalarla yeniden elde ettiğim çok şey oluyor. Neyseki bunlar hayatımı kökten değiştireceğim şeyler değil. Hepsi ya takatim olmadığı için ya da zamanını kaçırdığım için girdiğim riskli durumlar…
Bu arada, yine alopeai areata (saçkıran) ile yeniden bir araya geldik. Üşenmeyip doktor randevusu alsam iyi olacak. Daha önce nişanlanırken ve babamı kaybettiğimde yaşamıştım. Bu sefer ne oldu da o gürül gürül saçların dökülüyor diyeceksiniz.
Bu sefer güzel bir şeyler oluyor ama şimdi zamanı değil. Daha hala zamanım var söylemek için.
Burada yazdıklarımı hiç kimseyle paylaşmıyorum. Gerçi adım sanım ayan beyan ortada. Bilenler bilip takip de ediyor olabilir. Neden başka alan adı alıp herhangi bir takam isim seçmediğimi de sorabilirsiniz. Beni tam olarak anlatan bir “ikinci” isimle kendimi tam hissetmedim ya da beni tam olarak anlattığını düşünmedim.
Buradaki adımı pek çok kere değiştirdim. Çünkü olmadı, üstümde eğreti durdu, beni mutlu etmedi. En sevdiğim şey kendim gibi olmak, kendimi olduğum gibi anlatmak. Okunsa da okunmasa da problem değil. Bir çeşit açık günlük.
Elektronik günlük fikri 11 yaşımdan beri var. 1997 yılında internete bağlanma özelliği olmayan, ekran ışığı bile olmayan, yeşil ekranlı (aşağıdakine benzer bir şey ama değil) bir notebook’um vardı. Gazeteden kuponla kendim almıştım yanlış hatırlamıyorsam.
Bu görseldeki gibi takoz bir şey ama birebir aynısı değil. O zaman “chat” yapmak, “sohbet odalarında takılmak” prestij meselesiydi ve ben o havalı tayfadan tabii ki uzak bir çocuktum.
Ne istediğini doğrudan ifade etmekte sorun yaşayan bir çocuk oldum hep. Çünkü dört ya da beş kere ebeveynleriniz tarafından reddedildiyseniz ya da ertelendiyseniz bir şey istemek de içinizden gelmiyor. Bende de öyle oldu. Şu dandik şeyi bile kupon biriktirip alabildim. Kuponlar tamamlanınca da neyseki dilim döndü de teslimat noktasına babamla gitmek istediğimi söyleyebildim…
Peki internete bağlanmayan, doğru dürüst yazdıklarımı kaydetme özelliği bile olmayan bu uyduruk şeyi ben ne yaptım? Yaşıtlarım gibi havalı bir şekilde “chat” yapabilmem için önce hızlı olmam gerekiyordu.
Hiç unutmam Bilgisayar dersindeyiz. 6. Sınıftayız ve ders boş geçecek. herkesi serbest bıraktılar. Herkes bilgisayarlardan MIRC, icq, başka chat odaları vs. açmaya başladı. 10. dakikada sınıfın çoğunluğu haftasonlarını buluşacakları insanlarla ayarlamışlardı bile. Ben peki? “Slm, nbr?” yazana kadar yıl geçti, zaten 6. sınıf da öyle bitiverdi.
İşte benim kıytırık bilgisayar burada devreye girdi. Bizim kıytırık sayesinde ben hızlı klavye çalışmaya başladım. Diyeceksiniz nasıl olabilir ki? O kadar niteliksiz bir “notebook”a yükledikleri özelliğe inanamayacaksınız. Bence hala çok muhteşem bir fikir. Dakikada kaç sözcük yazdığın üzerinden sana puan veriyor. Ben de tüm yazı benim kıytırıkla geçirdim.
Ertesi sene ışığını cıcığını bilmediğim sohbet odası yoktu, artık 3-4 kişiyle aynı anda yazışabiliyordum. Aman ne harika bir meziyet! Bravo şekerim.
Öyle ya da böyle bana bilgisayar kullanmayı öğreten bu teknolojik çöplüğü hep güzel hatırlıyorum.
Onun sayesinde teknolojinin bugün vardığı bu noktada takılmadan hatta takılmak bir yana gayet de hızlı bir şekilde tüm yapılması gereken şeyleri yapabiliyorum.
Bu yazı Bloguma bir çeşit ikinci merhaba gibi oldu…
Bir daha bu kadar uzun bir ara vermesem iyi olacak sanırım.
Teknolojik çöplükler iyidir. Bizi bugünlere hazırlayan yegane aygıtlar!
Şuraya ilk telefonumun fotoğrafını (12 yaşındaydım) iliştirerek sizlere iyi geceler dileyeyim: Canım Alcatel One Touch Easy… Karum’dan almıştık. Annem de Nokia 6110 almıştı… Sonra bir gün yine Karum’a girerken güvenlikten geçtiğimiz sırada annemin telefonunu çaldılar. Hem de güvenliğin gözü önünde. AVM yönetimi annemi mağdur etmedi, aynı telefondan verdi. Ama ben aynı olmadığını farketmiştim. Annemin çalınan telefonunun menşei Finlandiya’ydı. Anneme telafi için verdikleri ise Almanya menşeiliydi… Bu da önemli bir far mı yani diyebilirsiniz ama kalitede malzemenin tuşesinde inanılmaz bir fark vardı… Beynime bakar mısınız, tam bir çöplük!